20 Eylül 2008 Cumartesi

bır mısyonerın ıtırafı

bır mısyonerın kendı agzından korkunc ıtıraflar bu bır turkıye gercegıdır gaflet uykusundan uyanalım ve dostumuzu dusmanımızı ıyı tanıyalım

MEVLANA'NIN MEZAR ODASINA GİRMEYE KALKANLARIN BAŞLARINA KORKUNÇ OLAYLAR GELİYOR!

MEVLANA'NIN MEZAR ODASINA GİRMEYE KALKANLARIN BAŞLARINA KORKUNÇ OLAYLAR GELİYOR!

Mevlana'nın kabrinin altınaki 'mezar odası'na 700 yılda sadece bir kişi girebildi. O da 7 yaşındaki bir kız çocuğuydu. Çocuğun dili tutuldu ve bir daha konuşamadı. O küçük çocuğun ne gördüğü bir sır olarak kaldı. Ondan sonra girmeyi düşünenleri bile korkunç felaketler bekliyordu. İşte, Mevlana'nın esrarengiz sırrı...

ERTUĞRUL ÖZKÖK/ HÜRRİYET GAZETESINDEN ALINTI

MEZAR ODASININ SIRRI

O müzenin kapısından içeri girerken, karşıma 'Da Vinci şifresi' gibi esrarengiz bir hikáyenin çıkacağını bilmiyordum.

Bu, bir sanduka ve onun altındaki mezarın hikáyesi.

Ama öyle basit bir hikáye değil.

Hikáye 13'üncü yüzyılda başlıyor ve 1930'da esrarengiz bir aile trajedisine kadar uzanıyor.

Hikáye beni çok etkiledi.

Sizi de etkileyeceğini tahmin ediyorum.

SAF TUTMUŞ SANDUKALAR ARASINDA

Geçen salı günüydü.

Hayatımda ilk defa Konya'ya gitmiştim.

Konya'da Mevlana Müzesi'nin kapısından ilk adımımı attığımda, belki de sadece benim hissettiğim mistik bir rüzgár esti ve beni içine alıp götürdü.

Hayatımda hiçbir mekán daha ilk anda beni bu kadar etkilememişti.

İçerden çok hafif bir ney müziği geliyordu.

Sağ tarafta, sanki saf tutmuş sandukaları görüyordum.

Yanımda Mevlana Müzesi Müdür Yardımcısı Dr. Naci Bakırcı vardı.

Mevlana'nın sandukasının önüne gelinceye kadar, mistik bir turistten farklı değildim.

Ancak o sandukanın önünde Dr. Bakırcı'nın anlattığı o müthiş hikáye başladı.

Daha doğrusu, o sandukanın altındaki 'mezar odasının sırrı'...

500 METREYİ SEKİZ SAATTE ALAN CENAZE

Nefesimi kestim ve onu dinledim.

İşte ondan dinlediklerim.

Anlatıldığına göre her şey 1273'te Konya'da kaldırılan bir cenazeden sonra başladı.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, 17 Aralık 1273 günü vefat ediyor.

Cenazesine yüzbinlerce insan katılmış. Naaşı, İplikçi Camii'nden, 500 metre ilerdeki bu türbeye 8 saatte getirilebilmiş.

Müslümanlar Mevlana'nın naaşını defnedebilmek için gayrimüslimlerin cenaze cemaatinden çıkmasını istemiş. Ancak onlar, 'Bize İsa'yı da Musa'yı da Mevlana öğretti' diyerek bunu reddetmişler.

Mevlana'nın kabrinin altına bir 'mezar odası' bulunuyor.

MEZAR ODASINA 700 YILDA 1 KİŞİ İNDİ

Eski Türklerde mezarların altına Farsça 'zir-i zemin' yani 'zeminin altı' denilen bir mezar odası yapılırmış.

Mevlana'nın naaşı da böyle 4 metrelik bir mezar odasına konmuş.

Ancak o tarihten bu yana mezar odasına kimse inmemiş.

Sadece bir kişi hariç.

Rivayete göre Sultan Dördüncü Murad, Mevlana'nın türbesini ziyarete geldiğinde, mezar odasının içinde ne olduğunu çok merak etmiş ve bu odaya girmek istemiş.

Ancak dönemin Mevlevi büyükleri, buna kesinlikle karşı çıkmış ve girmesini engellemişler.

Bunun üzerine Sultan, elindeki tespihi, ağzı açık odanın içine atmış.

Veya düşürmüş.

Bu tespihi almak üzere 7 yaşında bir kız çocuğu mezar odasına indirilmiş.

Bilinen tek şey, odanın iki tarafından aşağı doğru merdivenlerin indiğiymiş.

Kız çocuğu mezara inip çıktıktan sonra dili tutulmuş.

Dr. Naci Bakırcı, 'Çocuğun dilinin neden tutulduğu hálá bilinmiyor' diyor.

KÜÇÜK KIZ MEZAR ODASINDA NE GÖRMÜŞTÜ

İşte bu olaydan sonra 'mezar odasının sırrı' iyice merak edilmeye başlanmış.

Acaba kız çocuğu orada ne görmüştü de dili tutulmuştu?

Bir iddiaya göre, oda çok karanlık olduğu için çocuk çok korkmuş ve geçirdiği travmadan dolayı dili tutulmuştu.

Ancak bir başka iddia daha var ki, o 'mezar odasının sırrını' daha da koyulaştırıyordu.

Selçuklu Türkleri o tarihte mumyalama tekniğini biliyorlarmış. Fatih Sultan Mehmed dahil 7 padişahın naaşı mumyalanmış.

Mevlana'nın naaşı da mumyalandığı için muhtemelen öyle duruyordu.

Kız çocuğu orada yatan Mevlana'yı görünce bu hale gelmiş olabilirdi.

Bu olay dönemin önde gelen Mevlevilerini harekete geçiriyor ve 1640 yılında mezar odasının ağzı tuğlayla örülüp üzeri kurşunla kaplanıyor.

O tarihten sonra mezar odasının ağzındaki kurşun hiçbir zaman kaldırılmadı.

Mezar odası, sırlarıyla birlikte belki de ebediyete kadar sessizliğe gömüldü.

1930'LU YILLARDA MÜZE MÜDÜRÜNÜN ODASINDA

Ancak odanın hikáyesi burada bitmiyor.

Aradan 300 yıl geçtikten sonra, Mısır'daki piramit sırlarına benzeyen bir dizi olay daha yaşanacaktı.

Bu olayın iki tanığı vardı.

Biri olayı yaşayan Yusuf Akyurt isimli biri.

Öteki de onun yaşadığını Murat Bardakçı'ya anlatan Abdülbaki Gölpınarlı Hoca.

1930'lu yılların güzel bir gününde, Mevlana Müzesi'nin Müdürü Yusuf Akyurt odasında tek başına otururken, aklına sandukanın altındaki mezar odası gelir.

İçinden 'Acaba şu odaya bir girsem de içinde ne olduğunu görsem' diye geçirir.

Ancak tepki çekeceğini düşündüğü için kararsızdır.

O AN KAPI ÇALINDI YAŞLI ADAM GİRDİ

Tam o esnada kapı çalınır ve içeri, müzenin yaşlı odacısı girer.

Bu yaşlı adam aslında, Mevlevi dedesidir. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke ve zaviyeler kapandığı için müzeye çevrilen türbede odacı olarak çalışmayı kabul etmiştir.

Yaşlı Mevlevi dedesi saygılı bir şekilde içeri girer ve Yusuf Akyurt'un tüylerini diken diken eden şu cümleyi söyler:

'Sakın oraya inmeyi düşünmeyin...'

Ancak bu şaşkınlık, müdürü kararından vazgeçirmez. Mezara inmek üzere kurşunla kaplı kapağın önüne gelir.

Halıyı kaldırır. Tam kapağı açmak üzereyken, bir adam haykırarak içeri girer:

'Müdür bey, yetiş evin yanıyor...'

Yusuf Akyurt gelinceye kadar evi kül olmuştur.

İşte tam o sırada eline bir telgraf tutuşturulur.

Müze müdürü başka bir yere tayin edilmiştir.

KONYA-ANKARA YOLUNDAKİ KAZA

Konya-Ankara yolu o gün çok ıssızdı.

Gün batmış, alacakaranlık etrafa hákim olmaya başlamıştı.

Uzaktan gelen kamyonun farları, henüz tam karanlık hale gelmemiş ufukta cılız iki nokta gibi duruyordu.

Şoförün yanında kapıya dayanmış şekilde oturan çocuk kimbilir hangi hayallere dalmıştı.

Kamyon bir kavise girdiği sırada kapı aniden açılır ve çocuk alacakaranlığın içinde kaybolur.

Kamyon durup, içindeki iki adam kapıdan uçan çocuğa ulaştıklarında iş işten geçmiştir.

Çocuk öteki dünyaya göçmüştür.

Çocuğun başında duran ikinci adam, başı ellerinin arasında hüngür hüngür ağlamaktadır.

O adam, Konya'dan tayini çıkan Müze Müdürü Yusuf Akyurt'tur.

Kimine göre, mezar odasının sırrı, onu hálá takip etmektedir.

MEZARIN BAŞINDA SÖYLENEN SON SÖZLER

Yusuf Akyurt oğlunun cenazesini alıp Konya'ya döner. Cenaze töreninden sonra doğruca Mevlana Müzesi'ne gider ve sandukanın başında ellerini açıp haykırmaya başlar:

'Yetmedi mi? Affet artık...'

Bütün bunlar neydi? Efsane mi? Gerçek mi?

Küçük kızın dili niye tutulmuştu? Yaşlı odacı, müdürün kafasından geçen düşünceyi nasıl anlamıştı?

Bunların cevabı yok.

Ben bunları anlatan insanlardan dinledim.

Bildiğimiz tek şey var. Mezar odası 731 yıldan bu yana sırrını muhafaza ediyor.

Umarım bundan sonra da muhafaza etmeye devam eder.

Çünkü bilinmezliğin yarattığı bazı mistik duygulara ebediyen ihtiyacımız olacak.

Çünkü hepimizin içinde, sadece kendimize ait sırların saklandığı küçücük odalar var.

Üzerleri kurşunla kaplı küçücük odalar...

DENİZLERİN ALTINDAKİ KARANLIKLAR VE DALGALAR


DENİZLERİN ALTINDAKİ KARANLIKLAR VE DALGALAR

Veya engin bir denizdeki karanlıklara benzer. Onu dalga üstünde dalga kaplıyor. üstünde de bulut. Birbiri üstüne karanlıklar. Elini çıkartan neredeyse onu bile göremeyecek. Allah'ın ışık vermediğine hiçbir ışık bulunamaz.

24 Nur Suresi 40

İlk denizaltıların yapılma girişimi 17. yüzyılda başlar. Denizler altında yol alan ilk araç, Cornelis Drebber tarafından 1620 yılında yapılmıştır. Ondan sonra denizaltılar çok geliştirildi ve 1954'te nükleer denizaltıların yapımına kadar gidildi. Günümüzde, geliştirilmiş denizaltılarla, denizaltındaki coğrafi yapıyı, denizlerin derinliklerini, denizaltı yaşamını öğrenebiliyoruz. Tüm bu bilgilerin elde edilmesi son yüzyılların sanayisinin icadı olan araçlarla mümkün olmuştur. Bu teknolojiyi kullanmaksızın bir insanın, denizin 50 metre dibine bile inmesi ve bu seviye hakkında bilgi sahibi olması mümkün değildir.

Denizlerin 200 metre kadar altına inildiğinde karanlık bir ortama varılır. 1000 metre seviyesindeki derinliğe inildiğinde buranın Dünya'nın en karanlık yeri olduğunu söylemek doğru olacaktır. 200 metrenin altındaki ortamda ayetlerin ifadesine uygun bir şekilde "elini çıkartanın neredeyse kendi elini göremeyeceği" bir ortam mevcuttur. Gerçekten de engin denizlerin, okyanusların altı zifiri karanlık bir yapıdadır. Denizlerin üst kısmı günün en aydınlık zamanını yaşarken bile, denizin 200 metre altı yine kapkaranlıktır.

Kuran'ın indiği dönemde, denizlerin altında böyle karanlık bir yapının olduğuna dair bilimsel veya gözlemsel bir bilgi mevcut değildi. Kuran, ancak uydular aracılığıyla göklerdeki anlayabileceğimiz birçok gerçeği uydusuz anlattığı gibi, denizlerin altında ancak denizaltı ve benzeri aletlerle anlaşılabilecek gerçekleri de denizaltısız, araçsız, gereçsiz bir şekilde açıklamaktadır. Uzaydan denizlerin altına bu kadar ayrı alanlarda açıklamaları olan Kuran, her alanda isabet kaydetmekte, hiç yanılmamakta ve Allah tarafından indirildiğini, kendisi, kendisiyle ispat etmektedir.

DENİZLERİN ALTINDA DA DALGALAR VAR

Çıplak gözle baktığımızda denizin üstünde dalgalar görürüz, fakat denizin alt kısmında durgun bir suyun var olduğunu zannederiz. Bu yüzden ayette ifade edilen "dalga üstünde dalga" ifadesini ilk başta anlayamayabiliriz. Derin denizlerin alt kısımlarında yoğunluk, üst kısmından fazladır. Bu yoğunluk farklılığından dolayı adeta tabakalaşmış denizin içerisinde iç dalgalar da olmaktadır. Bu dalgalar yüzey dalgaları gibi hareket etmektedirler. Bu iç dalgaların keşif tarihi 1900 yılıdır. Denizin içinde oluşan bu dalgalar gerçekten de Kuran ayetinin ifade ettiği "dalga üstünde dalga" yapısını oluşturmaktadır. Engin denizlerin dibinde zifiri karanlık varken, bu karanlığın içinde iç dalgalar ve bunun üstünde yüzeydeki dalgalar üst üste gelmektedir.

İncelediğimiz ayet, denizin en dibindeki karanlıktan, yüzeye kadar ışığın hareketine de dikkat çekmektedir. Güneşten gelen ışınlar bulutlara çarparak kırılmakta, burada bir miktar ışık kaybı olmaktadır. Denizlerin yüzeyine gelen ışık, derinlere gittikçe ışık spekturumundaki ayrışması gibi ayrışmaktadır. İlk tabaka ışığın sarı kısmını, ikinci tabaka ışığın yeşil kısmını tutmakta, bu böyle devam etmekte, en son yedinci aşamada ışığın mavi kısmı da kalmamaktadır. Böylece denizin derinliklerine indikçe ışık tamamen yok olmaktadır. Bulutlarla azaltılan, dalgalarla kırılan, denizin katmanlarında yok olan ışık, derin denizlerin dibindeki karanlıkları aydınlatamamaktadır. Denizin bu bölümünde balıklar da göremez. Ancak kendi ışığını kendi vücudunda üreten balıklar görebilir.

İncelediğimiz ayette Allah bir benzetme yapmakta ve bu benzetmede denizlerin karanlıklarını, üst üste dalgaları tasvir etmektedir. Tüm bu incelediklerimiz, Allah'ın, Kuran'da verdiği örnekleri mucizevi bir şekilde seçtiğini ve her şeyi yaratan Allah'ın tüm bilinmeyenleri bildiğini göstermektedir.

De ki: "Onu göklerin ve yerin gizliliklerini bilen indirmiştir. O bağışlayandır, şefkatlidir."

25 Furkan Suresi 6